Musahipzade Celal (1868-1959) Eski İstanbul Yaşayışı adlı eserinde o günkü yaşantıda tesbihin yerini şöyle nakleder:
Tesbihçiler ve imameciler, Uzunçarşının en yük-sek sanatkârları idi. Gergedan boynuzundan, mercandan, akikten, yeşimden, yüzsüründen, sedeften, üzeri elmas gibi façatalı neceften, yıldız taşından, pelesenk, gül, kuka, öd ağaçlarından, siyah ve san kehribardan, amberden, sandal ağacından, Hindistan’ın ve dünyanın en nadir türlü türlü ağaçlanndan yaptıkları tesbihleri öyle sanatla işlerlerdi ki zenginler bu elmaslı, altın kamçılı tesbihleri ellerinde taşıdıkça bir gurur duyarlardı. Devlet büyükleri, ramazanlarda bu tesbihçi ustalarının yaptıkları kıymetli tesbihleri elmaslı ya da İncili altın kamçılarla süsleyerek birbirine iftara gittikçe diş kirası diye takdim ederlerdi. Bunlar avuç dolusu altına alınır, satılır nadir şeyler dendi. Bu teşbihlerin paha biçilmeyecek derecede kıymetlileri de yapılırdı.
Mesela beyaz ve siyah inciden yapılmış bir tesbih sahibine kimbilir kaça mal olurdu? Bu, ancak padişahlarla eski zamanın çok zengin vezirlerine nasip olabilecek nesnelerdendi.
îmameciler ise kehribar’dan yaptıkları gümüş, altın, mineli, elmaslı, yakutlu, zümrüdü zarif bileziklerle süsledikleri imameleri iki buçuk üç arşın boyunda yasemin çubuklara takarlardı. Bu imamelerin ağza gelen kısmına (baş pare) denirdi. Kırmızı lüle de bu çubuklann ucuna ilave edilerek kullanılırdı.
Artık unutulmuş eski geleneklerimizden “diş kirasının ne kadar eski olduğunu 11. yüzyıl büyük Türk yazarı Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı kitabından yapılan şu alıntıdan anlıyoruz:
… Yemek ve içecek faslı bittikten sonra ise çerez ve meyve ver. Kuru ve yaş meyvenin yanında çerez olarak “simiş’de bulunmalıdır. Ayrıca hâlin vaktin yerinde ise ziyafete gelenlere hediyeler ver. Gücün yeterse ipekli kumaşlar armağan et. Mümkün ise diş kirası da ver ki gelenlerin ağzı kapansın.
Kâmil Toygar “Ramazan Yemekleri ve Mutfak Kültürü” adlı makalesinde “Diş kirasını eskiler çok iyi bilir” diye başlar ve devam eder:Osmanlı döneminde zengin köşk ve konaklarda eşe dosta verilen iftar yemeklerinin yanı sıra fakir fukara için hazırlanan sofralarda da hani sadece bir kuş sütü eksik olurdu. Bu sofralarda aileye kendisini yakın bulan herkes Tanrı misafiri olarak çat kapı gelebilir, besmeleyle orucunu açar, hayır duasını ederdi. Teravi namazına giderken bunlara kadife keseler içerisinde birkaç kuruşluk dünyalık vermek de âdettendi. Yemeğe katılan eş dosta da diş kirası verilirdi. Bu para değildi. Gümüş tabal
Sultan III. Selim’i inci ve zümrüt taneli 99’luk bir tesbih çekerken gösteren bir tablo hâlen Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir. Çırağan Sara-yı’nda 1815’deki yangında kaybolmuş olan, taneleri fındık büyüklüğündeki pembe inci tesbihin o devirde dillere destan olduğu söylenir.
Bir başka meşhur tesbihse Sokullu Mehmet Paşa’nınkidir. Tamamı elmastan yapılmış olduğu söylenilen bu tesbih paşanın Azapkapısı’nda-ki konağındaki yangından kurtarılamamıştır.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda İstanbul’a bazı sanat eserlerinin dekorasyonu ve restorasyonu için davet edilmiş olan Fransız mozaikçisi ve ressamı Pretextat Lecomte, 1903 yılında basılmış olan Arts et Metiers en Orient adlı eserin de gözlemlemiş olduğu tesbihçilik konusunda, önce kadın kolyesi yapmak için başlamış olan tane dizmenin sonraları tesbih için uygulandığını belirtir ve devam eder:
… tesbihin icadı çok daha yenidir. Mucidinin Pi-ene l’Ermite olduğu sanılır; bu durumda ilk tesbih XI. yüzyılda görüldü demektir.
Şarklıların tesbihi Garplılarınkinden çok farklıdır. Zira Garp’ta dini bir eşyadır. Şark’ta da öyle olmakla beraber, aynı zamanda bir oyuncak, bir el meşgalesidir. Bu sebepten dolayıdır ki Garp’takinin aksine Şark’ta taneler madeni zincirlerle bağlı değillerdir; ipek veya deriden bir sicimin üzerinde serbestçe kayarlar.
Lecomte tesbihin el tornasında nasıl yapıldığını ayrıntılı olarak anlattıktan sonra tesbihlerin amber, abanoz, kemik, sert tahta, boyanmış tahta ve renkli camların yanı sıra akasya, sarısabır, Brezilya tahtası, santral ve Callitour tahtalarından da yapıldığını aktarır. Sonra devam eder:
Sertleştirilmiş tahta da kullanırlar. Sertleştirme ameliyesi çok ilginçtir. Talaşı alırlar (bilhassa pelesenk odununun); bu un gibi talaş % 20 ya da 25 kanla karıştırılır. Bu macun tunçtan kalıpları olan hidrolik bir preste iyice sıkıştırılır. Kan, kireç, toz hâlde taşı karıştırmak suretiyle demir kadar sert bir çimento elde edildiğini biliyoruz• Kan bilinen en kuvvetli yapıştırıcıdır.
Ahmet Kemal Üçok Görüp İşittiklerim adlı eserinde kendisinin de tesbih meraklısı olduğunu belirterek, bakın 19. yüzyıl sonunda beğenilen tesbih çeşitlerini kendi gözlemleri doğrultusunda nasıl anlatıyor. Kısaca Horoz diye bahsettiği tesbih ustası dönemin meşhur Horoz Salih idir.
tesbihler
Ben mülga Şura-yı Devlet Temyiz Mahkemesi kaleminde kâtip iken “üç aylar”da -evvelce- yaptığı teşbihleri ricale gösterir ve satardı. Altın kamçılı bir “mavert” teşbihi “on dört” altın liraya;. İbrişim üzerine dizilmiş “bağa” teşbihi “üç” altına alınır idi.
Bende merhumun mamulatından “üveydari” bir tesbih vardır ki bir İngiliz altınına satın almıştım.
Horozun teşbihleri gayet haddeli olurdu; doksan dokuz teşbih birer birer mastara vurulsa hiç birisinde bir hata görülmez ve uzun müddet kullanılsa da mastarından düşmez-
Bir zamanlar teşbihler pek ziyade makbul ve muteber tutulurdu.
En makbul teşbihler: narçin ki, çok kullanılırsa -uzun müddet güneşte kalmış fildişi gibi’ gayet tatlı bir renk alır. Çok gevrek olduğu için çatlar.
Mavert, ödağacının özü olup kendine mahsus kokuyu ebediyen zayi etmez.
Uveydari: ödağacının özüne yakın olan kısmı olup bunun kokusu da bir asra yakın zail olmaz.
Ödağacı, bu ağacın kabuğudur. Nihayet on-on beş sene sonra kokusu gaip olur.
Sır cali kuka, kuka budak renginde çok sert bir ağaçtır. Sırçalı nevi daha seri olup kullandıkça parlar, rengi kızarır, hatta elmas gibi pırıldar.
Kehribar, en makbulü limoni san olup ateşî renkte olanı da merguptu. İçinden çiçekli veya haricen işlemeli olanlar özürlü oldukları için pek makbul değildi. Siyah kehribar, abanoz, yüz sürü gibi tesbihler kalbe sıkıntı ve kasvet verir diye makbul tutulmazdı.
(Not: Keh, saman rübuden kapmak, kendine çekmek. Kehrüba çöpleri kapan, çeken maden demektir. Kehribann en iyisi Daniska (Danzig)den gelir. Erzu-rumun siyah kehribarlan da meşhurdur.)
Bağa: Kaplumbağa kabuğundan yapılırdı.
Hayvanların Tasnifi
Malumdur ki, hayvanat konuşur, konuşmaz. Kanı sıcak, soğuk. Karada suda veya hem karada ve hem de suda yaşar. Memeli memesiz. Devranı dem aletleri olmayan, noksan olan, tekemmül etmiş olan vs gibi birçok suretler ile tasnif olunurlar.
Bu tasniflerden birisi de iskeleti dahilî olan (kemikleri derinlerinin içinde bulunan) iskeleti haricî olan (kemikleri dışarda bulunan) diye ikiye ayrılır.
İşte l
Bağa ölmüş bir hayvan kemiği olduğu için çok sofu olanlarca makbul tutulmazdı.
Bağa gibi şeffaf fakat kendine mahsus sarı renkli olan (gergedan) ve mat beyaz renkte olup kullanıldıkça sararan “nâl
Gergedan: Afrika’da yaşayan fil, hipopotam gibi gayet ağır cüsseli ve ağır cüsseli hayvanların en vahşisi olan “gergedan’ın burnunun üstündeki bir tek boynuzuna verilen isimdir.
Naka, deve kemiğinden ve tercihan deve dişinden yapılan tesbihin adıdır.
Sandal, hacı tesbihi denirdi. Kokusu çok ağır olduğu için makbul tutulmazdı.
Pelesenk, rengi güzel olmasına rağmen kokusu ağrcadır.
Demirhindi, ağacı sert ve ağrdır. Servi, zeytin, fıstık ağaçlarından ve gül ağacından yapılan tesbihler de makbûldu.
Şahmaksut, Buhara tarafından gelirdi, açık yeşil renkte şeffaf bir taştı.
Mercan, çok makbuldü.
Anber, bu da çok muteberdi. Fakat kullanması da bir hünerdi. Çünkü hararetten erirdi.
İnci tesbih olurmuş ben görmedim. Akik, necef, ağr ipliğ keser olmalarına rağmen gene makbûldü. Sedefin taklidi çıktıktan sonra kıymeti kalmadı.
Balada arzettiğm tesbihlerin kıymeti tanelerinin haddesi deliklerinin inceliği ve bilhassa delik ağzına inilirken hasıl olan hafif muhaddebiydin tesbih da-nesinin tulü ile olan tenasübü ve ne tarafından bakılırsa bakılsın -dizili bir tesbihte- katiyen tenasüp ve ahengin bozuk olmamasıdır.
tesbih imali öyle uzun boylu âlat ve edevata ihtiyaç göstermez, bir (el gerdanesi) -buna kemane diyenler de vardır- birkaç saman ve saatçi eğesi, zımpara kâğıt ve tozu, pek az miktarda zeytin yağı -cila için- gibi şeylerdir.
En ziyade lazım olan dikkat ve itinadır.
Mithat Cemal Kuntay’m Üç İstanbul adlı romanında, Osmanlı’nın son dönemlerinde, tesbih merakı olan Hidayet, gelen her misafire konağın antika eşyalarını tanıtmak” görevini üstlenen Süleyman’a, biraz da aşağılayan bir tavırla tesbih koleksiyonu hakkında bakın nasıl bilgi veriyor:
Hidayet, demin Süleyman’ın ne dediğini duymamış gibi sordu:
“Bir şey mi söyledinizdi Süleyman Beyefendi.”
Süleyman: “Bu tesbihin ağacını tanıyamadım da beyefendimizi’ ”
Hidayet: “Fethi Paşa ağacı! Allah Allah! Neden hayret ediyorsunuz? Daima böyle siyahlı, beyazlı olur Fethi Paşa ağacı!”
Süleyman gözlerini tavana kaldırdı: “Fethi Paşa?… Fethi Paşa…?”
Hidayet: “Sultan Mahmut’un damadı Fethi Paşa…”
Süleyman: “Adam isimli ağaç?… Anlayamadım. .. Beni af buyurun.. ”
Hidayet: “Bu Fethi Paşa Rodoslu değil miydi ya? Rodos’tan İstanbul’a bir ağaç getirtmiş; adı olmuş size Fethi Paşa ağacı… Beykoz dediğimiz sürahileri yapan fabrika yok mu? İşte onu açan zat… ” …. Süleyman artık memuriyetine başlamıştı: tesbihin birini bırakıp ötekini alıyor… Hidayet de gözleri havada anlatıyor:
“O tuttuğunuz tesbih kanlı gergedandır; gergedanı vururlar; ölmeden boynuzunu keserler; bunu ondan yaparlar efendim.”
“Bu, narçıl! Dilenci keşkülündendir. Dilenci keşkülünün içi süt gibi yumuşaktır; Dura dura katılaşır. .. İşte bunu o katı kısımdan yaparlar… Bu tesbihim Benli Ali Bey’in tesbihlerindendir efendim.”— Ve Süleyman her tesbihi havaya kaldırarak okşuyor, Hidayet de biteviye anlatıyordu.
“Onlar, ikisi de ödağacı… Koyu çizgilisi ‘Ma-vert’… Öteki ‘Düveydari’… İkisi de ‘Horoz Salih’in haddeden en iyi çektiği tesbihlerden efendim.
Ha! Bu, neydi bakayım? Neydi, neydi? Buldum: Şeyh Maksut!… Hintte çıkar, gayet katı bir taş… Bu tesbihim de Nuri Usta’nındır…
O, gül ağacı!.. Beşiktaşlı Sağır Rifat’ın tesbihlerinden efendim.
Onların ikisi de amber. Biri akamber, biri kara…” Habibullah’a dönerek “Eski vükelanın bu tesbihleri kullanmalarında gizli hikmet varmış; sağ elleri öpüldüğü için tesbihlerin güzel kokmasını isterlermiş. Bu, ne inceliktir efendim! Ellerini öpen adamların burunlarını düşünmek!.. Beni isterseniz tayip buyurun; bendeniz bunu bir nevi ‘hikmet-i hükümet’ sayarım.”
Habibullah Efendi cevap vermedi: Bir şey söyleseydi öfkesi sesinden anlaşılacaktı.
Süleyman yine tesbihleri göstermeye, Hidayet anlatmaya koyuldular.
Hidayet: “O tesbih, Kerbelâ toprağından.. Onu Bektaşiler kullanır.. ”
“Bu, kuka!.. Topkapılı Mahmut’un tesbihlerinden.” Habibullah’a dönerek “Malumdur ki efendim, Topkapılı Mahmut, tesbihçilik sanatını bugünkü hâline koyan adamdır. Sultan Mahmut bunu sarayına getirmiş, orada üç gün tesbih çektirmiş; fakat bu adam ‘sarayda sanatımı unuturum’ diye oturmamış, kaçmış… Gayet ince, gayet usta, gayet kıymetli adam.”
Orjinal Makale
http://www.ekremkececi.com/si/26/_19._yuzyilin_sonunda_tesbih.htm