
Alman Gümüşü (Alpaga) Divitlik

âsar-ı atîk / koleksiyonart
Dursun Ali TÖKEL
Yâr-ı müşfikdir çalar sâat beni âgâh eder
Ömrümün her saati geçtikçe bir kez âh eder1
Ziya Paşa
Şair tezkireleri deyince aklımıza genel olarak “şairlerin hayat ve eserleri hakkındabilgi veren biyografi kitaplarıdır” dışında ne geliyor? Mesela tezkirelerher akşam, sabahları uyanmak için kurduğumuz çalar saatlerin tarihi hakkındabilgi alacağımız bir vesika değeri de taşıyabilir mi? Hemen her yazımızda vurgulamayaçalıştığımız bakış açımızı burada tekrarlıyoruz: Bir şey tanımı yapılmayano şey olarak nedir? Bu yazıda şair tezkirelerinin bir biyografi kaynağı olmasınınyanında, aslında kültür ve bilim tarihimiz açısından ne kadar önemli olduğuna dadikkat çekilmeye çalışılacaktır.2 Bu manada yazımızda şu sorulara genel cevaplararayacağız: Çalar saat ne zaman icat edildi, çalar saatin icadıyla ilgili mevcut bilgilerne kadar doğru, Gelibolulu Âlî’nin verdiği bilgiler çalar saatin icadına vekullanımına dair bilgilere nasıl orijinal katkılar sağlıyor? Gelibolu Âlî’nin Künhü’l-Ahbar adlı eserinden derlenerek oluşturulan tezkirekısmını okurken orada Hüsrev adlı bir şairin biyografisindeki bir latife çok dikkatimiçekmişti. Âlî, Hüsrev’in kim olduğunu kısaca tanıttıktan sonra onun hazırcevap bir kişi olduğunu da ilave ediyor ve bu yönünü vurgulayan bir anekdot anlatıyor. Buna göre Hüsrev, ünlü bir kişinin konağında verdiği ziyafete katılmıştır. Ziyafet esnasında misafirlerden birisi gözüne kestirdiği çok değerli bir saati çalar ve cebine atar. Biraz sonra ev sahibi saatin yerinde olmadığı görür, çalındığını anlar ama hiç telaşlanmaz. Çünkü henüz dışarı çıkan olmamıştır. Nasıl olsa biraz sonra saati kimin çaldığı belli olacaktır? Nasıl mı? Çünkü çalınan bir çalar saattir ve saat başı çalmaktadır. Hakikaten de biraz sonra aynen böyle olur ve çalar saat onu çalan adamın kürkünün içinde çalmaya başlar ve böylece hırsızın kim olduğu belli olur!“Eeee, bunda ne var?” mı diyorsunuz?
Çalar Saatin Kısa Tarihi
Âlî’den bu metni okuyunca beni bir hayret aldı. 16. yüzyılda, İstanbul’da, bir konakta her saat başı çalan bir çalar saat var ve bu saat bir kişinin cebine girecek kadar küçük! Çalar saatin icadı bu kadar eski miydi? O anda aklıma, evimize alınan ilk çalar saat geldi. 1972 yılı, bir köyde yaşıyoruz. Babam bir akşam şehirden elinde bir paketle geldi. Büyük bir heyecanla açmıştık. İçinde tepesinde iki tane çelik kubbesi, bu iki kubbe arasında da bir çelik tokmağı olan bir saat çıkmıştı. İlk defa böyle bir şey görüyorduk. Babam bunun bir çalar saat olduğunu ve kurunca çaldığını söylemişti. Ve hemen ilk uygulamayı da yapmış, saati kurmuş ve bir iki dakika sonra saat büyük bir zırıltıyla çalmaya başlamıştı. Nasıl bir şaşkınlık içinde olduğumuz tahmin edilebilir. Saatin alt kısmında sanki yem yiyormuş gibi kafasını aşağı yukarı hareket ettiren bir horoz resmi olduğu için horozlu saat dediğimiz bu saat o günkü insanlar için büyük bir icattı. Zira sabah uyuyup kalma derdi artık bitmişti ve isteyen herkes dilediği saatte uyanabilirdi. Bildiğim kadarıyla bu kadar küçük, her yere taşınabilen ve basitçe herkesin kurabileceği bir çalar saat ilk defa evlere giriyordu.
Âlî’yi okuyunca çalar saatin ne zaman icat edildiğinibir araştırayım dedim. Ne yalan söyleyeyim, kafam dahada karıştı. Kaynaklarda birbirini tutmayan bir bilgi yığını var. Herkes kendi çalar saatinin icadının tarihini anlatıyor galiba. Dikkati çeken başka bir husussa bu icatlar tarihinde bizim hiç esamimizin okunmamasıydı. İşte çalar saatin icadıyla ilgili karmaşık bilgiler:“Almanya’da Würzburg kentinde, 1350-1380 yılları arasında yapılan ilk çalar saat duvara asılabilecek şekilde planlanmıştı. Bu saat, halen Würzburg’daki Mainfrankisches Müzesinde muhafaza edilmektedir. Orta Çağ’da çalar saatler, özellikle manastırlarda yaygın bir biçimde kullanılıyordu. Zira buralarda belirli zamanları kaçırmamak gerekiyordu.”3 Bir başka kaynağa göre ise çalar saat ilk defa 1787’de kullanılmıştı. “Çalar saatlerin yani mekanik saatlerin tarihi oldukça eski olsa da, günümüz mantığındaki ilk çalar saat, 1787′de Levi Hutchins tarafından icat edilmiştir. Hutchins, bu saati her gün 4’te çalacak şekilde ayarlamıştır. Amacı da şimdiki gibi işe zamanında gitmektir. Ayarlanabilir ilk mekanik çalar saati ise, Fransız Antoine Redier icat etmiş ve patentini almıştır.”4 Hayat Ansiklopedisi’ne göre ise ilk çalar saat yanan bir sobanın üzerinde çalışıyordu: “İlk çalar saat yanan bir sobanın üzerine gerilmiş bir ipten ibaretti. Ateş ipe gelince ip yanıyor, ona bağlı madenî bir top, altındaki madenî levhanın üstüne düşerek ses çıkarıyordu.”5 “İlk çalar saati 1350 yılında Almanlar yapmıştı” diyen kaynağı okuyunca, Almanlara 807 yılında Harun Reşid tarafından hediye edilen çalar saati hatırladım ve tebessüm etmekten kendimi alamadım: Halife Harun Reşid’in elçilerinden Abdullah, miladi 807 yılında Aachen’de Kayzer Büyük Karl’a Halifenin bir hediyesini sunar. Bu, o güne değin Avrupalıların görmediği bir saattir. Saatin pirinçten yapıldığını ve hayrete şayan bir şekilde monte edildiğini yazan Kayser’in tarihçisi Einhard, bu olağanüstü cihazı şöyle tanıtıyor:
“Bu su saati, on iki saatin geçişini hesaplıyor ve saat başlarında olmak üzere on iki kürecik düşürüyordu. Her birkürecik alttaki zile çarpınca, etrafa ses aksediyordu. Açılan kapılardan aşağı düşen kürecikler, bir saatlik zamanın tamamlanması ile dışarı fırlıyordu. Bu sıçrayışların sonunda on iki kapı da teker teker kapanıyordu. Bu saatin, şimdi anlatılması uzun sürecek, görülmeye değer dikkate şayan tarafları vardı.”6 Harut Reşit zamanında makineli çalar saat yapıldığı bir diğer kaynakta da belirtilmiş. Bu kaynağa göre Türklerin saat tarihi henüz ele alınmamıştır. Yazar 30 yıl boyunca saatleri araştırdığını ve Türklerde ilk saatin Selçuklular Devri’nden kalma, Manisa’da yalnız saat başları çalan, minesiz,çelikten mamul, üzerinde Alaaddin yazılı bir saat olduğunu söylemektedir.7
Saatin icadında ve tarihsel gelişiminde Müslümanların oynadığı tarihî rolün unutulduğu veya unutturulduğu apaçık belli. Peki, bizim tarihimizdeki saatçilikle ilgili neler söyleyebiliriz? Bir kaynağa göre Osmanlılar İngiliz ve Fransız saatlerini örnek alarak saatçiliğe başlamıştı: “Osmanlı Dönemi’ne gelince: Belgelerden öğrenildiğine göre İngiliz ve Fransızsaat teknikleri kullanılarak 17. asrın başlarında İstanbul’da saat üretimi gerçekleştirilmişti. O dönemde saat yapımında Abdurrahman ve Galatalı Şahin Usta bilinmekteydi. 19. yüzyıl Türk saatçiliği için aşama yapılan bir dönem olmuştu. Mevlevi tekkelerinde yaşayan Ahmet Eflaki Dede gibi ustalar tarafından yapılan saatler mekanik incelikleri yanında estetik güzellikleriyle de ün kazanmışlardı.”8 Bu bilgiler ne kadar gerçeği yansıtıyor?
Osmanlıda Saat
Osmanlılarda saatle ilgili yabancı elçi ve seyyahların yazdıklarına bir bakayım dedim. Onların notları başka bir âlem! 1616-1618 yılları arasında İstanbul’da bulunan Alman elçisi şöyle yazıyor: “Türklerin ibadet evlerinde çanlar ve açık meydanlarda saatler bulunmadığından, zamanı göstermeye yarayan ve suyla işleyen ‘Clepsydris’ denen aletlere benzer gereçler kullanırlar. Bizim bu ülkeye getirdiğimiz küçük saatler bu yüzden çok işlerine yarar ve önemli konumlardaki beylere yüksek fiyatlarla satılırlar.”9 Bu elçinin bahsettiği o küçük saatlere kitabının ilerleyen sahifelerinde rastlıyoruz. Elçi, Osmanlı devlet adamlarına getirdikleri hediyeleri bir bir sayarken, bu hediyeler içindeki saatler özellikle dikkat çekiyor: Mesela padişaha 2 adet altın kaplama çalgılı saat (fiatı 1850 filori imiş ki diğerlerine bakınca ne kadar pahalı olduğunu anlıyorsunuz. Mesela gümüş süslemeli bir yazı masasının fiyatı 740 filori imiş.), Valide Sultan’a 2 altın kaplama saat, Budin’de Ali Paşa’ya 2 adet saat, Kızlarağası’na büyük boy altın kaplama saat, İskender Paşa’ya iki büyük ve iki küçük saat…10
18. yüzyıl İstanbul’unu anlatan İsveç büyükelçiliği görevlisi D’Ohsson, saatçilik, ayna, cam eşya, kâğıt ve kakmacılıkta Türklerin henüz pek ilerlemediğini yazıyorsa da11 sair kaynaklar hiç de öyle söylemiyor. Elimizde Millî Saraylar Daire Başkanlığı tarafından yayınlanan ve Şule Gürbüz tarafından hazırlanan çok değerli bir Saat Kitabı var.12 Bu kitapta Türklerde satin tarihi ve Topkapı’daki olağanüstü saatler hakkında çok kıymetli bilgiler harika fotoğraflar eşliğinde verilmiş. Bu eserden Osmanlıda saatlerle ilgili olarak verilen bilgilere bakıyorum.
Buna göre Osmanlıda “pazarına saat imal edecek, bu işi oğluna, torununa aktaracak kadar oturmuş müesseseler, burada markalaşmış saatçiler var.” (s. 36). Bir başka bilgi ise, bu dönemde saat parçaların Almanya’dan getirilip İstanbul’da monte edildiği ve bunlara da Galatakârî dendiği şeklinde. Şule Gürbüz’ün verdiği bilgiye göre atalarımızdan bugüne kalan en eski Türk saati 1650 yılında Saatçi Şahin tarafından yapılan ve bugün Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan harikulade saat. (s. 39). Daha sonraki dönemlerde ise Türk saatçiliği parmak ısırtacak bir inceliğe kavuşmuştur: “17. yüzyıl Türk saatleri de çok işçilikli, çok incelikli, dünyaya bunu yapmaya gelmiş dedirtecek kadar ustasının her şeyini verdiği eserler. Mustafa Aksarayî’nin saati, Şeyh Dede’nin saati, Bulugat’ın saati, hep, her parçası aynı ustanın elinde yapılmış, müthiş bir emek ürünü, hayal ve korku dolu, çok içe dönük saatlerdir.”13
Peki, Osmanlı’da çalar saatin durumu ne idi? Bu konuda maalesef kaynaklarda doyurucu bilgilerle rastlayamıyoruz. Saat Kitabı’nda verilen bilgilere göre Osmanlılarda İngiliz işi çalar saatler kullanılıyordu ama bunlar son derece gürültüyle çalışan, ağır ve duvarlara asılan saatlerdi: “18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere’de çok üretilen ve Osmanlı pazarına da çok miktarda gönderilip âşinâ olunan İngilizlerin ‘lantern clock’ dedikleri bir saat tipi vardır. Bu saatler ağırlıkla çalışır, saat başlarında çalarlar; genelde günlük kurmalı olup, kısa armudî sarkaçlıdırlar. İngiltere’de bu tip saatler, bizim kavukluk dediğimiz bir sehpaya yerleştirilerek duvara asılır… Makineleri pirinçten, sağlam yapılıdır ve çok doğru gider ama balta maşasından ötürü çok gürültülü çalışır.”14 O devir saatlerinin, özellikle de muvakkithanede kullanılanlarının ne kadar gürültülü çalıştığına bir başka eserde de değinilmiş: “… hele saat başlarında öyle bir vuruşları vardı ki, Paris’teki meşhur Notre-Dame kilisesinin kampanası halt etmiş onun yanında!”15
Şule Gürbüz’ün kitabında da Gelibolulu Âlî’nin tasvir ettiği cinste bir saatin 16. yüzyılda İstanbul’da kullanıldığından bahsedilmiyor. Bir başka kaynak ise taşınabilir saatlerin 17. yüzyıldan evvel yaygın olmadığını yazmış.16
Gelibolulu Âlî’nin Saati
Gelelim Âlî’nin bahsini ettiği saate. Gelibolulu Âlî, Hüsrev adlı şairle ilgili çeşitli bilgiler verdikten sonra Hüsrev’in bedîhe-gû (hazırcevap, esprili) bir kişi olduğunu söylüyor ve şu kıssayı naklediyor: “Mezbur bedîhe-gûlukda dahi kudretle meşhûrdur. Ekâbirden biri eşrâf-I Etrâkdan niçeleri ziyâfet idüp ve kendisi dahi anlardan peydâ olmağla olanca tuhfelerin tertîb-i zîb ü zînet itdükde Türkün biri yalduzlı sâ’atlerin birini görür. Zer- endûd bir hokka kıyâs idüp postun içine güm kılur. Sâhib-i meclis çalar saatin yerinde bulmaz. Bu meclisden kimse gitmemişdür lâbüd bulınur ola diyu âzurde olmaz. Vaktâ ki bir sâ’at tamâm olur. Türkün cebindeki sâ’at velvele itmeye başlar. Mezbur Hüsrev o meclisde hâzır olmağın bedîhe bu kıt’ayı namzla edâ kılur:
Bir sadâ çıkdı içinden kürkün
Bire ne şu didi biri türkün
Bildiler anı ki sâ’at çaldı
Sâ’atı geldiği sâ’at çaldı”17
Bu metinden ne anlaşılıyor? Şu: Türklerin ileri gelenlerinden birisi, yine kendisi gibi Türklerin eşrafından bazılarına ziyafet verir. Bu davet esnasında misafirlerden birisi odadaki yaldızlı saatleri görmüş ve herhâlde çok hoşuna gitmiş olmalı ki bunlardan birisini çalıp cebine koyar. Metinden anlaşıldığı kadarıyla hırsız çaldığı şeyin bir saat olduğunu bilmemektedir. Onu altın kaplamalı bir hokka zannetmiştir. Biraz sonra ev sahibi saatlerden birinin yerinde olmadığı görür ve haliyle çalındığını anlar ama çalınan şeyin bir çalar saat olduğunu, saat başı çalacağını bildiğinden ve henüz kimse de evden ayrılamadığından “nasıl olsa biraz sonra kimin aşırdığı anlaşılır” diye hiç endişe etmez. Biraz sonra hakikaten saatin çalacağı vakit gelir ve başlar çalmaya, hem de hırsızın kürkünün içinde! İşte bu ana şahit olan şair Hüsrev hazırcevaplılığını konuşturur ve o anda irticalen söylediği dörtlükle hadiseyi ölümsüzleştirir.
1500’lerde, İstanbul’da, cebe sığacak bir hokka kadar küçük, saat başı çalan bir çalar saat kimin icadı veya ürünüdür? Âlî’deki malumat orada dururken çalar saatin icadıyla ilgili “günümüz mantığındaki ilk çalar saat, 1787′de icat edilmişti” ve benzeri bilgiler geçerliliğini ne kadar koruyacaktır? Bizler Âlî’nin bahsettiği bu saatin nasıl bir saat ve kimin mamulü olduğunu acaba hangi kaynaklara bakarak öğreneceğiz? Mehmet Kaplan’ın şu cümlesini derinden idrake yazıldığı günden çok daha fazla muhtacız: “Ben şuna kaniim ki, biz, dünya milletlerinin kültür aynalarında kendi hayalimizi görmeden, aktüel meselelerimizi dahi sürekli olarakhalledemeyiz.”18
Şu sıralar Victor I. Stoichita tarafından yazılmış olan Gölgenin Kısa Tarihi adlı bir eser okumaktayım. Mübarekler nesnelerin ve şeylerin tarihini yazmayı bitirmişler de sıra onların gölgelerinin tarihini yazmaya gelmiş ve onu da yazmışlar! Merak ediyorum, bizler ne zaman kültürümüzde şeylerin tarihini (bu arada mesela saatintarihini) yazacağız ve onları kaleme alırken acaba Tezkirelere de bakacak mıyız?
1 A. Ragıp Akyavaş, Çalar Saat I, TDV Yay., Ankara 2010, s. XII.
2 Bu yazı divan şairi ve saat ilişkisine dair bir başlangıçtır. Bu konuda yazmaya devam edeceğiz.
3 http://www.bilimsayfasi.com/calar-saatin-icadi.html, 16.12.2014
4 http://www.birgaripmatematikci.com/egitim/bilgi-bankasi/buluslar-ve-mucitler/1516-calar-saatiilk- kim-buldu-calar-saatin-tarihi.html
5 Yeni Hayat Ansiklopedisi, Doğan Kardeş Yay., İstanbul 1981, 5. cilt, s. 2775.
6 Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, (Çev: Servet Zengin), Bedir Yay., İstanbul 1975, s. 114.
7 Nurettin Rüştü Büngül Eski Eserler Ansiklopedisi, Tercüman 1001 Temel Eser, (t.siz), 2. cilt, s. 45.
8 http://www.msxlabs.org/forum/muhendislik-bilimleri/27024-onemli-icatlar-saat-ve-tarihcesi.html
9 Crailsheimli Adam Werner, Padişahın Huzurunda-Elçilik Günlüğü, (Çev: Türkis Noyan), Kitap Yay., İstanbul 2011, s. 48.
10 Crailsheimli Adam Werner, Padişahın Huzurunda-Elçilik Günlüğü, (Çev: Türkis Noyan), s. 135-137.
11 M.de M. D’Ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Âdetler, (Çev: Zerhan Yüksel), Tercüman 1001 Temel Eser, s. 143.
12 Saat Kitabı, (Haz: Şule Gürbüz), TBMM Millî Saraylar Daire Başkanlığı Yay., İstanbul 2011.
13 Saat Kitabı, (Haz: Şule Gürbüz),, s. 48.
14 Saat Kitabı, (Haz: Şule Gürbüz), s. 70.
15 A. Ragıp Akyavaş, “Saat”, Âsitâne: Evvel Zaman İçinde İstanbul II, TDV. Yay., Ankara 2000, s. 71.
16 Fügen Tabak, Güneş Saatleri, Hacettepe Üniversitesi Yay., Ankara 2010, s. 68.
17 Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, (Haz: Mustafa İsen), Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yay., Ankara 1994, s. 304.
18 Mehmet Kaplan, “Cahiz’i Okurken”, Türk Kültürü dergisi, Türk Kültürünü Araştırma Enst. Yay., Ankara Ocak 1968, S.: 63, s. 3.
Unique in the world. Atmos, the clock that lives on air.
WITH NO BATTERY, ELECTRIC CURRENT OR WINDING, the Atmos clock has been living on air since 1928. Jean-Léon Reutter, in 1928, designed a completely revolutionary clock drawing its power from variations in the ambient temperature. It took yet a few more years of research by Jaeger-Le Coultre watchmaking firm to transpose the idea into technical reality and patent it. The result came astoundingly close to perpetual motion: the Atmos clock was born.
Its principle is amazingly simple. In a hermetically closed capsule is a gaseous mixture which expands when the temperature rises and contracts when it falls. Connected to the driving spring, the capsule swells like the bellows of an accordion and winds the clock movement up constantly. Between 15 and 30 degrees Celsius, temperature fluctuation of a single degree is enough to ensure an operating autonomy of about two days.
The gearing is so perfect that it requires no lubrication. Oil would merely clog the mechanism. Its balance moves slowly and majestically, performing only two vibrations per minute. It hangs from a steel alloy wire that is as fine as a hair and yet stable and resistant, thereby keeping any loss of energy due to friction to a minimum.
Mineral crystal and brass case with a front door. Silvered ring dial with applied Arabic numerals and markers
Case size : 21 x 23,5 x 17 cm.
_______
Its power source is an internal hermetically sealed capsule containing a mixture of gaseous and liquid ethyl chloride, which expands into an expansion chamber as the temperature rises, compressing a spiral spring; with a fall in temperature the gas condenses and the spring slackens. This motion constantly winds the mainspring. A temperature variation of only one degree in the range between 15 and 30 degrees Celsius, or a pressure variation of 3 mmHg, is sufficient for two days’ operation.
Tarihsel süreç içerisinde değerlendirildiğinde “güneş saati”, “kum saati”, “mum saati”, “su saati” benzeri saat türevleri ve otomatlar hep mekanik saatçiliğin ara istasyonları sayılır.
Abbasi Halifesi Harun Reşid’in 807’de Charlmagene’a hediye olarak gönderdiği saati ve otomat gibi zaman bildiren bu ve buna benzer aygıtlar, İslam dünyasında çokça yapılmış ve kullanılmıştır. Bir Ortaçağ İslam mühendisi olan El Cezeri, 12. yüzyılın sonlarına doğru, Artukoğullarından Diyarbekir hükümdarı Nureddın Mehmed Karaarslan’a (1185-1200) sunduğu “-El Camı beyne’ıtım ve’-Amelü’n-Nafî fi San’atı’l-Hiyal” (Olağanüstü
Mekanik Araçların Bilgisi üzerine Kitap) adlı eserinde bölümler halinde mum saati, su saati ve benzeri saat ve robotların nasıl çalıştığını uzun uzun anlatır hatta bunlardan bir kısmını da kendisi icad eder.
Osmanlıların ilk mekanik saat yapımcısı ve Topkapı sırtlarında bulunan İstanbul Rasathanesinin (1575) kurucusu olan Takiyüddin bin Maruf dur. Aynı zamanda Sultan III.Murad’ın müneccimbaşısı idi. Doğuda o zamana kadar mekanik saat üzerine yazılmış ilk ve tek kitabın yazarı olan Takiyüddin’in , Türkçe çevirisi Mekanik Saat Konstrüksiyonuna Dair En parlak Yıldızlar adını taşıyan El-Kevakibü’ d-Dürriye fil-Bengamatü’d-Devriye (1556) adlı eserinde, mekanik saat yapımının en ince ayrıntılarını bulabiliriz.
Osmanlılar döneminde çokça muvakkit yetişmiş bu muvakkitler genelde su saati, mum saati, kum saati ve güneş saati konularında eserler vermiştir. Mekanik saatler konusunda ise maalesef az sayıda usta yetişmiş olup bunlar da verdikleri eserlere genelde isim yazmamışlardır.
Osmanlı saat ustalarının yaptığı mekanik saatler çok az olmasına rağmen bu saatlerin hepsi de sanat harikası çok değerli sedef ve mine işlemeli nadide parçalardır. Genellikle iskelet türü üzeri fanuslu içerisi görünen saatler yapmışlardır.
İskelet türü saatler18.yüzyılda Fransa’da ortaya çıkmıştır. 19.yüzyıldan itibaren Osmanlı’da da görülmeye başlanmıştır. Tarikat eğitiminde (içi dışı bir olmak)özelliğinden olsa gerek, Mevlevî saatçiler özellikle iskelet saat yapmışlardır. Sultan 3.Selim’in (1789-1807) döneminde Mevlânâ’ya duyduğu hayranlık ve Mevlevî dostu olmasından kaynaklanan ve bu dönemde yapılmaya başlanan iskelet saatler, Sultan 2.Mahmud (1808-1839) zamanında en yaygın dönemini yaşamıştır. Bu saatlerin büyük bir bölümünün ön yüzleri, Mevlevî sikkesi (başlığı) biçiminde yapılmış ve üzerine yapan ustanın adı kazınmıştır. Bu ustaların şüphesiz en önemlileri 19. yüzyılda eser vermiş Mevlevi saat ustaları Es-seyyid el-Hac Dürrî, Ahmed Gülşenî, Ahmed Eflâkî Dede ve oğlu Es-seyyid Hüseyin Hâkî dir. Bunların en ünlüsü “Saatçi Dede” diye de anılan Ahmed Eflâkî’dir.
Ahmet Eflâkî Hicri 1223 Milâdî 1808’de (tekfur dağ) Tekirdağ’da doğmuştur. Halvetiyye dergâhı şeyhlerinden Seyyid Hâmid Kırîmî Efendi’nin oğullarındandır. Öğrenimine Tekirdağ’da başlamış; 1825’te 18 yaşında İstanbul’a gelerek Yenikapı Mevlevîhânesinde Çilesini tamamlayıp derviş olduktan sonra, 1828’de “ilm-i nücûm” (astronomi) tahsiline başlamış ve bu münasebetle saatçiliğe merak sararak kendi kendisini yetiştirmiştir. “Eflâkî” lakabı kendisine “felekiyyat” denilen astronomi ilmindeki başarılarından dolayı verilmiştir. Sultan Abdülmecid döneminde 1840’da açılan Sultan 2.Mahmud Türbesinin muvakkithânesine ilk muvakkit olarak atanmıştır. İmzalı 11 saati olduğu bilinen Eflâkî Dedenin, Topkapı Sarayı Müzesi, Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi ve İş Bankası Müzesi’nde birer saati vardır .Ünlü Osmanlı saatçilerinden Mehmed Şükrî kendisinin öğrencisidir.
1847’li yıllarda Ahmed Eflâkî Dede Efendi, bütün çark ve diğer parçalarını kendisi hazırlayarak, ayda bir kez kurulabilen saat yapıp bunu padişaha sunmuş bundan dolayı da ödüllendirilmiştir.
1848 de hacca gitmiş ve dönüşte şeyhi Kudretullah Efendinin izniyle evlenmiştir. Bu evlilikten Fatma, Seza ve Hatice isminde üç kızı ve Galip isminde bir oğlu vardır. Kızı Fatma hatun’un dışındakiler uzun sure yaşamamıştır.
Ahmed Eflâkî Dede’nin ayrıca başka bir evlilikten esseyid Hüseyin el Haki adlı bir oğlu olup aynı zamanda kendisinin yanında saatçilikte ustalaşarak eserler vermiştir. Ahmed Eflâkî Dede bir iskelet saati ile beraber Osmanlıda üretilen sinayi ve zırai 700 civarında üreticinin ürünlerinin de beraberinde olduğu feyzi bahri vapuruyla 1851 de düzenlenecek olan 1. Uluslararası Londra Sergisine katılmak üzere hareket etmiş ancak fuara yetişemedikleri için Osmanlı ürünleri daha sonrasında kristal sarayda açılmıştır. Altı ay açık kalan Bu sergi Kraliçe Victoria dahil çok kişi tarafından gezilmiştir.
Sergiden sonra da meslekî bilgi ve görgüsünü artırmak amacıyla Londra’dan Paris’e yollanan Eflâkî Dede, burada Paul Garnier’in fabrikasında çalışır. Abdulbaki Baykara’nın rivayetine göre ise Bireke [Breguet]fabrikasında 2 yıl süren bir çalışma yapar.Bu arada Fransızcayı da öğrenir.
Ahmet Dede Efendi 1853 yılı Mayıs ayında İstanbul’a dönerken padişah Abdulmecit’in kendisine göndermiş olduğu ödenekle beraber yanında; çark kenarlarını yontmak için ve değişik boyda vida üretmek için çeşitli makineler, değişik boyutta vida yivi açma makineleri, haddeler, torna tezgâhları, dişli göbeği açmak için araçlar, mengeneler, metal kesme makasları, seyyar döküm aracı ve aksesuarları, çeşitli formda törpüler, bıçaklar ve benzeri 27 araç gereç de vardır.
Avrupa dönüşünde 2. Mahmud muvakkithanesinde, saatçiliği fevkalade ileri götürmüş ve kendi zekası bilgi ve becerisiyle on adet daha saat imal etmiştir.
Ahmet Dede Efendi Paris’te bulunduğu dönemde de bir saat imal etmiş ve gerek bu saatin gerekse İstanbul’da yapmış bulunduğu saatlerin 1863de Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde Sultanahmet’te açılan “Sergi-yi Umûmî-yi Osmânî”de sergilenmiştir.
Yaptığı saatlerden bir tanesinin çalışmadüzeneği Dolmabahçe Sarayı bahçesinde bulunan saat kulesinin minyatürü şeklinde olan bu saatin dört bir tarafında dört saat, bir küre ve ortasında bir saat ve daha altında saniyesi bulunur. Küredeki makineleri kuvvetli çelik zembereklere bağlı olan bu saatin nadide dişlileri ve güzel bir de yakutu vardı. “Eflâkî Dede, Âsitane”, yazılı minası, dişli ve makine kısımları, zarif ve kuvvetli cıva yaldızıyla altınlaştırılmış dış görüntüsü Ahmed Eflâki Dede’nin özgünlüğünü ve orijinal dizaynını yansıtmaktadır.
Mevlevilerin “İsmi Celâl” çekmesi tarzında “Allah Allah” der gibi işlemektedir.
Bu saatin üzerine ‘Muvakkit-i Cennetmekân Sultan Mahmud Hân Ahmed Eflâkî el-Mevlevî’ imzasını atmıştır.
Aynı zamanda muvakkit olan Ahmed Eflâki Dede, Sadrazam Fuad Paşa’nın konağına giderek zaman zaman saat ayarı yapmıştır. Kendisini takdir eden Fuat Paşa, onun hakkında
“Parmağıyla dönderir saatı Eflaki Dede
Dindirir hem bindirir mikatı Eflaki Dede”
(Eflâki Dede saati parmağında oynatır; vakti isterse durdurur, isterse ileri alır)
diyerek Eflaki Dede’ye takılırmış!
Osmanlı saatçiliğinin bu büyük ustası, Cağaloğlundaki evi yandıktan sonra kiracı olarak oturduğu İshakpaşa’daki evinde Milâdî 9.3.1875 salı günü 68 yaşında vefat etmiştir.
Saatçilik tarihinde çok önemli bir yeri bulunan Ahmed Eflâki Dede’nin yaptığı saatler diğer saatçilere örnek olmuştur. Oğlu Hüseyin Hâki de kendisi gibi bir saat ustasıdır.
Birçok saat yapan ve saat ustaları yetiştiren Ahmed Eflâki’nin Mehmed Şükrü ismindeki yaptığı saatlerin üzerinde hocasının ismi bulunmaktadır.
Topkapı saray saatleri ve Dolmabahçe’deki saatler günümüzde bir çoğu yeniden restore edilip uzun uğraşlar sonunda çalışır hale getirildikten sonra değişik sergilerle halka açılmıştır.
Halka açılan sergilerde Mevlevi saat ustalarının da yapmış oldukları bu saatlerde, yelkovan ve akrebin, dişli sisteminin, çarkların, zemberek ve salyangozların, zincirlerin, sarkaç yada eşapman bloklarının belli bir nizam içerisinde ahenkli, sabırlı dönüşleriyle tarikatlarının sema geleneği arasında benzerlikler bulunmaktadır.
Betül Zer
https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/osmanlida-saatci-dede-ahmed-eflaki/446768
Tesbih tekrar edilen zikrin sayısını belirlemek amacıyla ipe dizilen belli sayıdaki boncuklar dizisidir.
Tesbih kelimesi Allah’ı zikretmenin yanında zikirlerin sayısını belirlemede kullanılan aletin adı olmuş ve Türkçe’de ses uyumuna göre “tespih” şekline dönüşmüştür. Araplar tesbih aleti anlamında “misbaha” kelimesini kullanırlar. İslâm’da tesbihin ilk ortaya çıkışı sahâbe dönemine kadar uzanır. Hz. Peygamber’in terekesi arasında bir tesbih bulunduğunu söyleyenler varsa da bu iddiayı sahih kaynaklarla doğrulamak mümkün değildir (Abdülhay el-Kettânî, III, 98, 100). Hz. Ali’nin Resûl-i Ekrem’den tesbihin güzel bir hatırlatıcı olduğuna dair naklettiği söylenen hadis hakkında Nâsırüddin el-Elbânî mevzû demektedir (Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, IV, 259). Tesbihin ortaya çıkmasını hadis kaynaklarında yer alan belli sayıda zikirlerle alâkalı rakamların etkilediği şüphesizdir. Zikirlerin eksik veya fazla yapılmasının sünnete uygun düşmeyeceğini düşünen sahâbeden bazıları çakıl taşı, hurma çekirdeği veya ip üzerine atılmış düğümlerle sayıyı belirlemeye çalışırlardı. Tavsiye edilen farklı rakamlarda başka zikirler söz konusu ise de namazlardan sonra otuz üçer defa “sübhânellah”, “elhamdülillâh”, “Allāhüekber” demenin mükâfatıyla ilgili olanlar diğerlerine göre öne çıkmaktadır (Buhârî, “Eźân”, 155, “DaǾavât”, 11; Müslim, “Mesâcid”, 114-146). Bu bakımdan müslümanların kullandığı tesbihler çoğunlukla araları farklı tipte boncukla ayrılmış, her zikir lafzı için otuz üçerden doksan dokuz tanelidir. Sayılara riayet için başlangıçta genellikle parmaklar kullanılmaktaydı. Bununla birlikte tesbihin tarihi açısından önem taşıyan bazı farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Hz. Ali’nin torunu Fâtıma bint Hüseyin’in ipe atılmış düğümleri saydığı rivayet edilir (İbn Sa‘d, VIII, 474). İpe atılan düğümler eskiden beri hâfızaya yardımcı olarak kullanılmıştır. Sa‘d b. Ebû Vakkās ile Hz. Peygamber’in birlikte ziyaretine gittikleri bir hanımın çakıl taşı veya hurma çekirdeğiyle tesbih ettiğini görmüşlerdir (Ebû Dâvûd, “Śalât”, 359; Tirmizî, “Da’avât”, 114). Sa‘d b. Ebû Vakkās’ın da tesbihlerinin sayısını belirlemede çakıl taşı kullandığı rivayet edilir (İbn Sa‘d, III, 143; İbn Ebû Şeybe, II, 161). Ebû Hüreyre belli sayıda çakıl taşı veya çekirdeği küçük bir keseye koyar ve tesbihatını onların sayısınca yapardı (a.g.e., a.y.). Onun, üzerinde 2000 düğüm bulunan bir ipi olduğu ve bu sayıda tesbih çekmeden yatmadığı söylenir (Ebû Nuaym, I, 383). Resûl-i Ekrem, eşi Safiyye’nin yanında 4000 kadar çakıl taşı görmüş ve sorduğunda hanımı bunların sayısınca tesbih ettiğini söylemiştir (Tirmizî, “Da’avât”, 104; Taberânî, XXIV, 74). Tesbihin ipe dizilmiş boncuklar şeklini almasının ne zaman başladığı kesin belli değildir. Halîl b. Ahmed (ö. 175/791) sübhayı “sayısınca tesbih edilen boncuklar” şeklinde tanımlamaktadır (Kitâbü’l-‘Ayn, III, 152). Bu tarif tesbihin erken bir dönemde ortaya çıktığını gösterir.
Müslümanların kullandığı tesbih 33, 99, 500, 1000 ve 5000’lik olabilmektedir. Genellikle 99’luklar cami ve evlerde, 500’lük ve 1000’likler tekkelerde yer alır. Bunların taneleri normal tesbih taneleri büyüklüğünde olduğu gibi çok daha büyük olanları da vardır. 500’lük ve 1000’lik zikir tesbihleri vefat ettiğinde şeyhin sandukasına asılır. Suriyeli Alevîler kırk erenlerden esinlenerek kırklı tesbih kullanırlar. Alevî tesbihlerinde renklerden kırmızı Hz. Ali’yi, beyaz Fâtıma’yı, sarı Hasan’ı ve yeşil Hüseyin’i temsil etmektedir (Gürsoy, s. 34).
Tam bir tesbih taneler, imâme, nişane (durak), pul, tepelik, püskül veya kamçı gibi bölümlerden meydana gelir. Parçaların şekil ve tezyinat itibariyle birbirine uyumlu ve bir bütün halinde olması gerekir. Eskiden taneler “çıkrık-kemâne” denilen el tornalarında yapılırdı. Tane taslağı çıkrığa takılan ve kemâne ile ileri geri döndürülen matkapla delinir, sonra deliğin bir tarafı “çarkûşe” adlı konik matkapla genişletilir ve ardından taslak malafaya takılarak önce arda, peşinden rende denilen kalemlerle şekillendirilip kaol ile cilâlanırdı. Tesbih ustaları 1965’ten sonra elektrikli torna kullanmaya yönelmiş, son dönemlerde ise bilgisayarlı tornalarla bu iş daha kolay hale gelmiştir.
Tesbih yapılan maddeler genelde mineraller, değerli madenler, hayvanlardan elde edilen kabuk, kemik, boynuz türleri ve dişler; denizden çıkarılan inci, mercan ve sedef; bazı fosiller; sert veya kokulu ağaçlar; bir kısım bitkilerin çekirdekleri ve son zamanlarda ortaya çıkan sentetik maddeler şeklinde ele alınabilir. Minareller otuz üçlük bir tesbihin her tanesi farklı bir türden yapılacak kadar çeşitlidir. Değişik renklerde akik, jasper, ametist, malakit, hematit, oniks, unakit, azurit, kuvars, ayn-i hir, kaplan gözü, fîrûze (turkuaz), lapis, necef, yeşim, yakut, zebercet, zümrüt ve Afganistan’da çıktığı yere nisbetle şahmaksut denilen (Şah Maksûd) şeffaf serpartin bunların başlıcalarıdır. Amber, bağa, balık dişleri, şîr-i mâhî (deniz aslanı, mors) dişi, fildişi, zergerdandan (gergedan boynuzu) elde edilen maddeler de tesbih yapımında kullanılır. Tesbih yapılan çok sayıda ağaç türü vardır, bunlardan bazıları şunlardır: Assamela (afrormasia [pericopsis elata]), abanoz, anjan, ardıç, demirhindi, fıstık, gül ağacı, pelesenk, sakız, sandal, servi, tik, kokobolo, şimşir ve öd ağacı. Bir tür hindistan cevizinin kabuğundan elde edilen kuka tesbihler çok değerlidir. Ayrıca on yılda olgunlaşan ve dünyanın en büyük meyvesi kabul edilen, yine bir tür hindistan cevizinin zamanla taş sertliğindekatılaşmış sütü olan narçıl, kuruyunca sertleşen andız meyvesi, hurma ve zeytin çekirdekleri de tesbih yapımında kullanılır. Daha çok Baltık denizi etrafındaki ülkelerde toprak altından çıkarılan ve bir çam reçinesi fosili olan kehribar da tesbih imalinde yararlanılan en değerli maddelerdendir. Son zamanlarda katalin, bakalit ve fiber gibi sentetik maddelerden tesbih yapımı yaygınlaşmıştır.
Tesbihin taneleri genellikle toparlak (kürevî), yassıca yuvarlak, uçlu toparlak, dolgun ya da yarım beyzî (söbü), şalgamî, üstüvâne, kesme (iki tarafı düz), fasetalı (elmas gibi tıraş edilmiş) şeklinde olabilir. Doksan dokuzluk tesbihlerde otuz üçlük bölümlerin arasına diğer tanelerden biraz dışa doğru taşan ve durak denilen (nişane, halk arasında müezzin) iki adet ayırıcı parça yerleştirilir. Duraklar biçim bakımından imâmelerle bir bütünlük arzeder. Bazan tanelerin maddesinden ayrı bir maddeden, bazan da bunların iki tarafına farklı renkte taneler konulmuş olabilir. Pullar daha çok otuz üçlük tesbihlerin her on bir tanesi arasına konur. Tanelerin dizildiği ipin birleştiği yerde tesbihin imâme denilen uzunca başlığı yer alır. İmâme tepelikle birlikte tesbih ustasının sanat gücünü gösterdiği en önemli parçadır. Klasik ağaç tesbihlerde imâmeden sonra ipek bir püskül veya imâme ile arasına küçük taneler dizilmiş, tepelik (hâtime) yer alır. Tepelik, tanelerin dizildiği ipin (tahril) düğümünü gizleyen, ipin içinden geçirildiği “çivi” geri çekilerek ağzı kapatılan uzunca bir parçadır. Torna sanatının inceliklerine izin vermeyen taş tesbihlerde ise genellikle, imâmenin ucuna altın veya gümüş kılaptanla örülmüş ve küçük mercan parçalarıyla bezenmiş kamçı takılır. Tanelerin arasına süs olarak fazladan konulan parçalara “harç” adı verilir. Tesbihlerin küçük tanelilerine “zenne” (kadın tesbihi), 1000 tanelilerine “elfiye” denir.
Osmanlılar’da tesbihçiliğin bir sanat halini alması XVII. yüzyıldan itibaren başlar. İstanbul İslâm dünyasında tesbihçiliğin merkeziydi. Türk erkeğinin çok sevdiği bir aksesuar olan tesbihin çok yüksek değer taşıyanları vardı. Kuka tanelerin üzeri kalem oymalarıyla süslenebilir ve içi ajur tekniğiyle oyulabilir; fildişi, zergerdan, Oltu taşından tanelerin üstüne kıymetli taşlar ve madenlerden kakma süsler yapılabilir veya çekilirken söylenen hamdele, tesbih ve tekbir lafızları kakma yahut oyma olarak işlenebilirdi. Kakmalı tesbihlerde altın veya gümüş çivilerle değişik motiflerde süslemeler yapılmıştır. Bazan bir tesbihin yapımı bir yıl sürebilmektedir. Müzelerde ve özel koleksiyoncular elinde çok değerli tesbihler bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi’nde çoğu XVIII. yüzyıla ait zümrüt, akik, yeşim, mercan, Oltu taşı, necef, öd ağacı, kehribar, boynuz gibi maddelerden elde edilmiş çok sayıda tesbih vardır. Sarayda özellikle bayramlarda hediyeleşme bir gelenekti ve sadrazamların Kadir gecesi padişaha seccade ve tesbih takdimi usuldendi (Uzunçarşılı, s. 176). Ramazan davetlerinde diş kirası olarak elmaslı veya incili, altın kamçı takılmış çok değerli tesbihler hediye edilirdi.
Tesbihler sanatlarıyla büyük bir saygınlık ve ün kazanmış olan ustalarına nisbetle anılırdı. Ustalar çoğu kere imâmenin alt kısmına imzalarını atarlardı. II. Mahmud’un Mevlânakapılı Mahmud Usta’nın evine kadar gidip kürevî tesbih çektirdiği söylenir. Yine Horoz Sâlih Usta’nın yıl boyunca hazırladığı tesbihleri arefe günü bir torbaya koyup sultana götürdüğü ve karşılığında aldığı bir torba altınla yıllık geçimini sağladığı rivayet edilir (Gürsoy, s. 123). Cumhuriyet döneminin başlarından elektrikli torna dönemine kadar Horoz lakaplı Hasan Usta, Halil Usta, Tophaneli İsmet, Arap ve Sarı Nûri ustalar, Edirnekapılı Galip Usta, Tosunum Halil, Akgerdan Mehmed Efendi, Kehribarcı Muhiddin en tanınmış tesbih ustaları idi. Bazı ustalar yaptıkları tesbihin maddesine göre sedefçi, kehribarcı, fildişici gibi lakaplarla anılırdı. İstanbul’da Uzunçarşı, Mercan Yokuşu gibi tesbihçilerin yoğun olduğu semtler vardı. Eskiden tesbihçi esnafının sayısının çokluğu konusunda bir olay anlatılır. Rivayete göre 1617 yılında Sultan Ahmed Camii’nin ibadete açılışında I. Ahmed yaptırdığı caminin kaç kişi alacağını merak edip ilk cuma namazına gelen cemaatin tamamına camiye giriş ve çıkışlarında birer öd ağacı tesbih verilmesini istemiş, her iki seferde de seksen altışar bin tesbih dağıtıldığı görülmüştür (Sarıcı, s. 93); bu da çok sayıda ustanın bulunmasını gerektirir. XIX. yüzyılın sonlarında Kapalı Çarşı yöresinde (Uzun Çarşı, Sahaflar) 300’den fazla tesbih tezgâhı çalışırdı. Günümüzde Erzurum’da Oltu taşından yapılan sade, altın veya gümüş kakmalı, Eskişehir’de lüle taşından oyma tezyinatlı tesbihler meşhurdur. Buralarda bu işle geçimini sağlayan çok sayıda esnaf vardır.
Tesbihçiliğin pîri Veysel Karanî kabul edilir ve tesbihçi dükkânlarına, “Besmeleyle açılır her gün bizim tezgâhımız/Hazret-i Veysel Karanî pîrimiz üstadımız” yazılı levhalar asılırdı (a.g.e., s. 83). Onun Hz. Peygamber’in Uhud Savaşı sırasında dişinin kırıldığını duyunca otuz iki dişini kırdığı ve Peygamber’in kırılan dişiyle bu rakamı otuz üçe tamamladığı söylenir. Tesbih çekmenin bazı kurallarından söz edilir. Meselâ yaz aylarında doğal kristal olan necef, şahmaksut, yeşim ve Kâbe toprağı tesbihler çekilmelidir, bunların dışındakiler yazın sıcağında ele yapışır. Kehribar tesbihler yumuşak olduğundan deliklerinin büyümemesi için daha nazik çekilir. Tesbihlerin yere düşürülmemesine dikkat edilmelidir. Çünkü tanelerin üzerinde meydana gelecek pürüzler tesbihin değerini düşürür.
BİBLİYOGRAFYA:
Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-ǾAyn (nşr. Mehdî el-Mahzûmî – İbrâhim es-Sâmerrâî), Beyrut 1408/1988, III, 152; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, III, 143; VIII, 474; İbn Ebû Şeybe, el-Muśannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Riyad 1409/1989, II, 161; Taberânî, el-MuǾcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut, ts. (Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî), XXIV, 74; Ebû Nuaym, Ĥilyetü’l evliyâǿ, Beyrut 1405, I, 383; Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, el-Firdevs bi-meǿŝûri’l-ħiŧâb (nşr. Ebû Hâcer M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1406/1986, IV, 259; Müsahibzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946, s. 154, 155; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s.176; Ronart, CEAC, s. 450; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), III, 98, 100; Deniz Gürsoy, Tespih: Parmak Uçlarındaki Huzur, İstanbul 2006, s. 34, 61, 123 vd.; Necip Sarıcı, Duâ Tâneleri Tesbih, İstanbul 2008, tür.yer.; Perran Ülkümen, “Tesbihin Tarihçesi, Yapılış Tekniği ve Saray Koleksiyonundaki Tesbihler”, TEt.D, sy. 12 (1970), s. 111 vd.; Bediî Gorbon, “Türk Tesbihçilik Sanatı”, Türkiyemiz, sy. 31, İstanbul 1980, s. 1 vd.; A. Masala, “Tesbih in Turchia”, Islàm: Storia e Civiltà, XII/3, Roma 1985, s.149 vd.; M. Bülent Coşkun, “Tesbihin Tarihçesi, Osmanlı Tesbihçiliği, Tesbih Yapımı, Ustaları, Çeşitleri, Günümüzdeki Durumu”, TTOK Belleteni, sy. 77 (1988), s. 56 vd.; Işık Yazan, “Türk Erkeğinin Yüzyıllardır Vazgeçemediği Aksesuar, Türk Tesbihçiliği”, Antik Dekor, sy. 8, İstanbul 1990, s. 58 vd.; “Tesbih”, SA, IV, 1973-1974.
Nebi Bozkurt
Diğer Dinlerde.
Dualarda yer alan Tanrı isim ve sıfatları gibi kutsal kabul edilen ve tekrarında yarar umulan sözlerin sayısını bilmek amacıyla hâfızaya yardımcı olarak tesbih kullanma İslâm dışındaki dinlerde de oldukça yaygındır. Günümüzdeki formuyla en erken örnekleri Hinduizm’e kadar götürülebilen tesbih kültürünün antik Peru’da ipe düğüm atmak şeklinde uygulanan ve “quipu” denilen hesaplama sistemiyle ilişkisi olması muhtemeldir. Quipu Peru dilinde “düğüm” demektir. İpliğe düğüm atma geleneği aslında hemen her toplumda vardır. Güney Amerika’da Guiana yerlileri bayram ve kutsal günlerin tesbitinde düğümlü iplerden oluşan takvim kullanıyorlardı. Çin’de Yung-ching-che zamanında ipliklere atılan farklı düğümlerin sayıları ve aralıkları farklı anlamlar ifade ediyordu. İpliğe dizili boncuklardan oluşan gerdanlık gibi tesbihe geçişin zamanı kesin şekilde bilinmemekle beraber ilk defa Ortadoğu’da kullanılmış olması muhtemeldir. Eski Mısır’da firavun Tutankamon’un mezarında bulunan otuz yedi taştan müteşekkil bir nesnenin dua etmede kullanılan bir tesbih olduğu düşünülmektedir. Eski Roma’da kadınların kullandığı taştan yapılmış kolyeleri ifade eden “monile” kelimesi aynı zamanda “zikretme” anlamına gelmektedir. Kelimenin içeriğindeki bu kavramsal yapı, kolye türünden nesnelerin dua için kullanılan bir fonksiyona sahip bulunduğuna işaret etmektedir. Batı’da tesbih karşılığı kullanılan “beads” kelimesi Anglosakson dillerde “dua” anlamındaki “beade” veya “bede”den gelmektedir. Tesbih geleneğinin uzandığı dinî form tesbihin yalnızca Tanrı ismini zikretmede kullanılan bir nesne olmadığı, belki daha büyük oranda bu tip nesnelerin muska türünden birtakım özellikler taşıdığı ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Nitekim bazı Budist rahiplerinin taşıdığı “bodhi” denilen yetmiş iki boncuklu tesbihin taneleri, üzerine dinî ibareler yazılmış yaprakların lake veya vernikle yuvarlanmasıyla elde edilmektedir (ERE, X, 850). Başlangıçta sayı saymaya, hesap yapmaya yarayan veya korunma amaçlı tılsım/muska şeklinde yararlanılan birtakım nesnelerin daha sonraki dönemlerde Tanrı adını zikretmede ya da dua etmede kullanılan bir forma bürünmüş olması kuvvetli bir ihtimal gibi görünmektedir. Daha gelişmiş bir form olarak tesbih kültürünün klasik anlamıyla ilk bilinen örnekleri Hinduizm’de ortaya çıkar. Hinduizm’de tesbih “japamâlâ” (zikir çelengi) veya “smarani” (hatırlatan nesne) adıyla bilinir. Hint kültüründe bu gelenek, muhtemelen antik Hindistan kültüründe hesap yapma amacıyla kullanılan “pae jamas”lara kadar uzanır. Hint Purana geleneğinde tesbihin ilk formu, Şiva’nın karısı Sati’nin ölümü üzere yaptığı dua sırasında elinde tuttuğu nesneye kadar çıkartılır. Hinduizm’de tanrıların isimlerini zikretmede, dua etmede veya konsantrasyon esnasında kullanılan tesbih, çakıl taşı, metal veya ahşap gibi çeşitli objelerden yapılır ve 108 adet parçacıktan oluşur, Şivacı olarak bilinen Hindu mezhebinde tesbih tanelerinin sayısı otuz ikidir. Hint dinî heykellerinde Brahman’ın dört elinden sağ ön eli, Durgas’ın sekiz elinden sekizincisi, Ganga’nın dört elinden biri, Sarasvati’nin yine dört elinden biri tesbih taşır. Tesbih aynı ad, form ve amaçla Budistler’de ve Sihler’de de kullanılır. Hindular’ın tesbihleriyle Budistler’in tesbihleri arasında pek fazla fark gözlenmez. Bazıları turkuaz, mercan, amber, gümüş, inci gibi daha değerli materyallerden yapılır. Yöreye ve mezhebe göre de boncuk sayılarında bazı farklılıklar görülebilir.
Çin Budistleri’nin “su-chu” denilen tesbihe Tibet’de “phreng-ba” (theng-wa) adı verilir ve Lamalar’ın kıyafetlerinde tamamlayıcı bir aksesuar olarak yer alır. Değişik tanrılar için farklı renkte tesbihler kullanılır ve dindarlar çoğu kere Sanskritçe birtakım ifadeleri tekrarlar. Tanınmış zikirleri “Om mani padme (pedme) Hum” ifadesidir. 108 taneli tesbih yirmi yedişerden dört bölüme ayrılır. Aralarına diğerlerine göre daha büyük veya farklı renkte üç boncuk konur. 10.800 sayısına ulaşıncaya kadar zikir tekrarlanır. 108 rakamının Buda’nın havârilerini temsil ettiği söylenir. Ancak Buda’nın öğrencilerinin sayısı on sekiz olduğundan bu sayıda boncuğu olan küçük tesbihler de yapılmıştır. Bazılarına göre asıl rakam 100’dür ve fazladan olan sekiz boncuk ihtiyaten konulmuştur. Burma tesbihleri de 108 tanelidir ve tesbih çekimi esnasında Budizm teslîsi tabir edilen üç sığınağın adı tekrarlanır. Bunlar Phra (Büyük Buda), Tara (Dharma) ve Sangha’dır (Soylu). Tesbihin devri tamamlandığında imâme yerindeki merkezî boncuk tutulur ve “anitsa, dukka, anatha” (fâni, acı, gerçek dışı) sözleri tekrarlanır. Japonya’da “sho-zuku-jiu-dzu” denilen tesbihi Budistler milâttan sonra VI. yüzyıldan itibaren kullanmıştır. Burada sosyal statü sembollü tesbihler klasik Japon evinde özellikle çay odasının duvarını süsler. Japonlar modaya, sahibinin zevkine ve servetine göre değerli, ortadan ikiye ayrılan 112 boncuklu tesbihler taşır. Eskiden Japon din adamları boyunlarına bodhi ağacından yapılmış tesbih takarlardı.
Yakındoğu’da tesbihin bilinen formuyla kullanıldığı en önemli gelenek Hıristiyanlık’tır. Batı dillerinde tesbih karşılığında kullanılan “rosary”/“rosaire”, Latince “rosarium” (gül çelengi) kelimesinden gelmektedir. Bu kelime Hz. Meryem’in güllerden oluşan tacını ifade etmektedir. Tesbihin gülle ilişkilendirilmesi Hıristiyanlık’ta gülün bâkire Meryem’in sembolü oluşundan kaynaklanmaktadır (Ahd-i Atîk’te “hikmet”in sembolü olan gül hıristiyan çevrelerinde Meryem’le ilişkilendirilmiştir; Vâiz, 24/14, 50/8). Ayrıca gülün kırmızı rengi Îsâ’nın kanını temsil etmektedir. Umumiyetle Hıristiyanlık’ta tesbih geleneği ilk Haçlı seferleri sonrasında XII. yüzyıldan itibaren Aziz Dominik’le (Saint Dominique) başlatılır. Buna göre Albililer’e karşı Aziz Dominik’in savaşı sırasında Kutsal Meryem ona görünmüş ve tesbih vererek tesbihle nasıl dua edeceğini öğretmiştir. Ancak IV. yüzyıldan beri özellikle manastır çevrelerinde tesbih kültürünün var olduğu söylenir.
Doğu Hıristiyanlığı’na göre tesbihi kullanan ilk kişi Antonohy the Great’tir (Büyük Antoni, ö. 356). 347 yılı civarında ölen, Mısır’da Teb şehrinde yaşamış keşiş Paul’ün tesbih amacıyla 300 çakıl taşını kullandığı bilinmektedir. Belçika’da Nivelles’de rahibe Gertrude’un (VII. yüzyıl) mezarında tesbih çekmede kullanılan taşlar bulunmuştur. XI. yüzyıla ait Cluny tarikatına ait bazı dokümanlar Cluny manastırlarında tesbih çekildiğine dair bilgiler vermektedir. Ancak Meryem’in Aziz Dominik’ten Tanrı’yı zikretmesi için tesbih kullanmasını istediğine dair yayılan rivayetle XV. yüzyıldan itibaren Dominiken çevrelerinde tesbih kullanan özel keşişlerin oluşturduğu cemaatler ortaya çıkmıştır. XV. yüzyıldan itibaren kilise resimlerinde tesbih görülmeye başlar. Bunların en eskilerinden biri Flaman ressamı Jan van Eyck’in The Virgin of the Fountain adlı tablosudur (Koninklijk Museum voor Schone Kunsten, Antwerp).
1569’da “Consuverunt Romani Pontifices” adlı papalık genelgesi tesbih çekmeyi kanonik hale getiren ilk kilise belgesidir. XV. yüzyılda Dominiken rahip Xlanus de Rupe, Îsâ ya da Meryem sûretleri önünde dua ederken tesbih kullanma geleneğinin öncüsü olmuştur. 1470’lerde manastırlarda 150’lik tesbihler ortaya çıkmıştır. Ellilik üç tesbihin birleşmesinden oluşan bu tesbihleri keşişler entarileri üzerinden boyunlarına takarlardı. Katolik dünyasına tesbihin Haçlı seferleri sırasında müslümanlardan geçtiği de söylenir. Papa V. Pius’un onayıyla kullanılmaya başlanan tesbih elli dokuz taneliydi. Bu sebeple V. Pius “tesbihin papası” olarak anılır. 1586’da Papa V. Sixtus tarafından 150’lik tesbihler kaldırılmış ve elli dokuzluk tesbihlere dönülmüştür. Bu tesbihlerle beş defa Pater Noster, elli defa Ave Maria, üç defa Gloria ve bir defa da Salve Regina duaları okunurdu.
Modern zamanlarda ve özellikle Katolik kilise geleneğinde tesbih kullanmanın önemi Meryem vizyonları ile kökleştirilmeye çalışılmıştır. Buna göre 1858’de Lourdes’da Aziz Bernadette Soubirous’a görünen Meryem ondan tesbih çekmesini istemiştir. Bu olayın birçok defa gerçekleştiği yere Tesbih Bazilikası (The Rosary Basilica) inşa edilmiştir. 1917’de Portekiz’de üç çocuğa görünen Meryem (Lady of Fatıma) öyküsü Katolik kilisesinde tesbih geleneğinin belirlenmesinde önemli rol oynamıştır. Üç çocuktan biri olan Lucia Santos’un verdiği bilgiye göre bu esnada Meryem’in elinde bir tesbih vardır. Bu sebeple bugün tesbih çekerken yapılan duaya bir “Fâtıma duası” eklenmiştir. 1933’te Belçika’da Banneux’da Mariette Beco adında küçük bir kıza görünen Meryem vizyonunda da benzeri bir olay yaşanmıştır. Bir başka olay 1973’te rahibe Agnes Sasagawa tarafından tecrübe edilmiştir. Papa II. John 1999 yılında tesbih kullanmayı teşvik etmiş, Ekim 2002’den Ekim 2003’e kadar olan bir yıllık süreyi tesbih yılı ilân etmiştir. Bu tarihlerden itibaren Batı’da tesbih kullanımı daha da yaygınlaşmıştır. Batı’da ilgi duyulan dinlerden biri olan Budizm’in de bunda etkisi olmalıdır.
Bugün özellikle Katolik ve Ortodoks geleneğinde tesbih özel dualar eşliğinde kullanılan, Tanrı’ya yaklaştırıcı bir dinî nesne hüviyetine sahiptir. Batı’da tesbih ustalarına “paternoster” diyorlardı. Bunlar Osmanlılar’da olduğu gibi el tornalarında tesbih çekerlerdi. Taş ya da benzeri nesnelerden yapılan tesbih muhtemelen, manastırlardaki dualar esnasında mezmurlardan seçilerek okunan 150 ilâhiye nisbetle 150 tanecikten müteşekkildir. Bir tesbih dizisi üzerinde bulunan 150 tanecik on beş adet daha büyük tanecikler (nişane) dizisiyle onlu bölümlere ayrılır. Her tesbih dizisini oluşturan ipin ucunda bir haç figürü bulunur. Tesbih çekmeye başlanmadan önce mutlaka haç çıkartılmalıdır. Tesbih çekimi esnasında özellikle İncil’de anlatıldığı kadarıyla Meryem’in hayatına konsantre olunur. Protestanlar’da ve Yahudilik’te tesbih geleneği yoktur.
BİBLİYOGRAFYA:
J. M. Erikson, The Universal Bead, New York 1969, s. 78, 79, 80; R. Gribble, The History and Devotion of the Rosary, London 1992; A. Winston, Stories of the Rose: The Making of the Rosary in the Middle Ages, New York 1997, s. 2, 3; J. D. Miller, Beads and Prayers: The Rosary in History and Devotion, London 2002; J. Kieschnick, The Impact of Buddhism on Chinese Material Culture, Princeton 2003; Deniz Gürsoy, Tespih: Parmak Uçlarındaki Huzur, İstanbul 2006, s. 15 vd., 37 vd.; W. S. Blackman, “Rosaries”, ERE, X, 847 vd.
Kürşat Demirci
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır.